İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Akademik Sohbetler 2: Tarihin Acı Sayfaları: 1944 Sürgünleri Paneli Gerçekleştirildi
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsünün “Akademik Sohbetler” başlığı altında düzenlediği toplantılardan ikincisi olan “Tarihin Acı Sayfaları: 1944 Sürgünleri” paneli, Seyyid Hasan Paşa Medresesinde ve çevrimiçi olarak 30 Kasım’da gerçekleştirildi.
Tarihin Acı Sayfaları: 1944 Sürgünleri Paneli, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü müdürü Prof. Dr. Mustafa Balcı’nın açılış konuşması ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde görevli Dr. Öğr. Üyesi Mustafa Tanrıverdi’nin oturum başkanlığında ve İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İlyas Topsakal, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kutluk Kağan Sümer ve İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsünde görevli Dr. Öğr. Üyesi Ayna Askeroğlu Arslan’ın konuşmaları ile gerçekleşti.
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü müdürü Prof. Dr. Mustafa Balcı açılış konuşmasında “Dünyaya büyük acılar yaşatan sosyalizm tecrübesi en büyük zararı Müslüman halklara vermiştir. Kasım ayı yaşanan büyük acıların simgesi gibidir. 1944 Mayısı farklı coğrafyalarda yaşayan Türk nüfusun âdeta soykırıma uğradığı meş’um zamanın işaretidir. Bugün kayıplarımızı geri getiremesek de yaşananları soğukkanlılıkla değerlendirip tekrar yaşanmaması hususunda dikkatli olmamız gerekir. Bu acılar sadece yıl dönemlerinde üzüntü paylaşımı için gündeme alınmamalı, kaybolan hakların iadesi için ilmî çalışmalara imza atılması ve diplomatik girişimlerde bulunulması gerekmektedir” dedi.
“Bugün, 76 yıl önce yaşananları, bir anlamda tarihin acı sayfalarından birini açmış olacağız.”
Panel, oturum başkanı Dr. Öğr. Üyesi Mustafa Tanrıverdi’nin şu sözleri ile devam etti: “Kasım ayı, Mustafa Balcı hocamızın da belirttiği gibi bu anlamda bir hüzün ayıdır yani Türk dünyası açısından da bundan 76 yıl öncesine gideceğiz. Bugün, belki o dönemin bu acısını yaşayan o köylere girip 1944 sürgünlerini günümüze yansıyan boyutlarıyla ve bu konuda uzun yıllar emek vermiş hocalarımızla etraflıca ele alacağız. Bu ay içerisinde de bundan 76 yıl öncesine dikkat vereceğiz ve bu 76 yıl önce yaşananları, bir anlamda tarihin acı sayfalarından birini açmış olacağız burada.” Dr. Öğr. Üyesi Tanrıverdi oturumun konuşmacılarını, “Hem çalışma alanları itibariyle hem de daha özel olarak belirtmek gerekirse o bölgeden olmaları, Kutluk hocamızın Kırım kökenli olması, Ayna hocamızın Ahıska kökenli olması ve İlyas hocamızı da yıllardır çalışmalarının Rusya üzerine olması ve bu coğrafyada yaşanan hadiseler ile üretmiş olduğu çalışmaları ile biliyoruz.” diyerek tek tek takdim etti.
Dr. Öğr. Üyesi Tanrıverdi konuşmasına “Elbette ki Kırım'ın 1783’ten itibaren yani Çarlık Rusyası iktidarına geçmesi ile beraber, bölgedeki Türklüğün artık kültürel anlamda ve oradaki varlık anlamında da ciddi gerileme gösterdiğini görüyoruz. Aynı şekilde Ahıska'nın da 1830’dan itibaren Rusya hâkimiyetine geçtikten sonra bu dönemde oradaki Türk kimliğinin giderek kaybolduğunu ve burada hem Çarlık Rusyası politikalarının hem de Sovyet Rusyası politikalarının etkili olduğunu görüyoruz.” şeklinde son verdi ve sözü Prof. Dr. İlyas Topsakal’a bıraktı.
“Bizim sürgünlerimiz Ahıska ile Kırım ile sınırlı değil.”
Panelin birinci konuşmacısı İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İlyas Topsakal, “Aslında Kasım ayına özgü değil belki de seneler süren hikâyeyi burada dile getireceğiz. Hikâye 1850’li yıllardan sonra başlıyor ta 1991’e kadar devam eden 150 yıllık bir hikâye. 150 yıllık tarihsel hikâyenin mutlaka literatüre geçmesi lazım ve bizden sonraki nesillerin de hatıraları, bu tarihî literatürü bilmesi lazım. Tarihsel olarak derinliğe sahip bir üniversitenin böyle konuları, ülkemiz ve milletimiz için hiç unutulmayacak ve her zaman hatırlanacak bir hikâye ile çalışmayı vazifesi olarak görmek lazım.” dedi.
Sürgünlerin sadece Kırım ve Ahıska ile sınırlı olmadığını, Kafkaslarda ne kadar Müslüman yerel halk varsa tamamen sürülmelerinin 1850’den başlayıp günümüze kadar devam ettiğini vurgulayan Prof. Dr. Topsakal, “Kırım sürgünleri ile ilgili aile çalışmaları yetersizdir. Özellikle 1991’den günümüze dönecek ailelerin Özbekistan, Kazakistan, Türkistan’da yaşayan sürgünlerin hikâyeleri arşivleri ile beraber literatüre geçirilmeli ve üzerinde yüksek lisans ve doktora çalışması yapılmalıdır. İkinci önemli husus Ahıska Türkleri ile ilgilidir. Ahıska Türklerinin pasaport olarak da Türklüklerini Sovyetler döneminde ispatlamış ve bütün Sovyet coğrafyasında köy köy dağıtılmış bir topluluk olarak mutlaka hikâyelerinin anonim olarak hem kayda alınması hem belgeselinin yapılması hem de literatüre geçirilmesi gerekir.” diyerek sözlerine devam etti.
“Sovyetlerde herkes kendi kimliğini unutmuştur.”
Prof. Dr. Topsakal, “Türk olmayı kabul ediyorsanız bu devletin kimliğine sahipsiniz demektir, bu Rusya’da da böyledir. Sovyet insanı Sovyetlerdeki etnik kimliği kabul ederek onlara bir gelecek vadettiği için aslında belki de Komünizm o bölgede başarılı oldu. Doğumdan ölüme tek tip Sovyet insanı oluşturuldu. Öyle insan tipi oluşturalım ki herkes aynı düşünsün, aynı şarkıyı söylesin, aynı hislerle doğsun. Sovyetlerde herkes kendi kimliğini unutmuştur. İnsanların artık 1940, 1950’lere gelince geçmişle ilgili atası, anası, kitabı hiçbir şeyi kalmamış, ne kalmış, Rusça kalmış.” dedi.
Çalışılan bölgelerin ve toplulukların problemlerinin aynı olmadığını ifade eden Prof. Dr. Topsakal konuşmasına, “Türk coğrafyası o kadar geniş ki her birinin problemi ayrı, her birinin çözüm önerileri ve soruları da farklı. Herkese aynı gözle bakamazsınız. Bunun için derinleşmek, bilimsel çalışma yapmak, duygusal olarak bu işlere bakmamak lazım. Kırım ve Ahıska meselesine biraz daha odaklanmak lazım. Büyük Türkiye’nin geleceği için kendi tarihimize uygun bir stratejinin geliştirilmesi, bir tarihsel, bir dil bir de sosyal öngörümüzün olması gerekir.” şeklindeki sözleri ile son verdi.
Prof. Dr. Topsakal’ın yapılması gereken çok fazla çalışmanın olduğunu ve özellikle aile arşivlerinin öneminden bahsettiğini söyleyen panelin oturum başkanı Dr. Öğr. Üyesi Tanrıverdi, Prof. Dr. Topsakal’a teşekkür ederek sözü Prof. Dr. Kutluk Kağan Sümer’e bıraktı.
“Sürgün 1944’teki gibi topluca olmasa bile çok daha öncesinde çok daha acı bir şekilde yaşandı.”
Panel, ikinci konuşmacı Prof. Dr. Kutluk Kağan Sümer’in “Kırım çok uzun dönemdir Türk tarihine paralel gidiyor. Rusların o övündüğü, hiç kimsenin giremediği Moskova, üç kere Kırım Türkleri tarafından talan edilmiş, yakılmış, işgal edilmiş. İlyas hocayı destekleyerek devam edeyim. Sürgün 1944’teki gibi topluca olmasa bile çok daha öncesinde, çok daha acı bir şekilde yaşandı. 93 Harbi ve arkasından Küçük Kaynarca Antlaşması ile beraber Kırım’ın Rusya Çarlığı işgaline girmesinden itibaren Kırım Türkleri, kafileler hâlinde bugünkü Anadolu topraklarına veya Osmanlının o devirde hâkimiyeti altında olan Balkan topraklarına göçmeye başladı. Bunlarla ilgili Osmanlı çok muntazam kayıt tutmuş. Özel göç komisyonları kurmuş.” sözleri ile devam etti.
“18 Mayıs 1944 ilk toplu sürgün hareketidir.”
Prof. Dr. Sümer, “Nihayet 18 Mayıs 1944 dönüm noktasıdır, ilk topyekûn baskı ile göç ettirme yerine sürgün etme günüdür. Almanların eline esir düşen Kırım Türk subaylarından ve özellikle Türkistan’ın her tarafından gelen diğer subaylardan yeni birlikler kurulur. Doğu Türkistan birlikleri, Türkistan tugayları diye geçer Alman kaynaklarında. Ordunun bir kısmı Almanlara esir düşmüş, gençler ve kadınlar dağlarda partizan, erkeklerin nerdeyse %90’a varan bir kısmı da Kızıl Ordu’da. Yani 18 Mayıs 1944’e gelindiğinde Kırım’da ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar kalmış vaziyette. 18 Mayıs 1994 ilk toplu sürgün hareketidir. Gece sabaha karşı evlerin kapıları tekmelenerek, vurularak, ‘15 dakikanız var. 15 dakika içinde evinizi boşaltın.’ denilerek evler boşaltılmaya başlanmıştır. Tren istasyonuna toplanan insanlar, sadece nefes alabilecek kadar sahası olan hayvan vagonlara doldurulmuştur. Vagonların kapısı mühürlendikten sonra sürgün başlamıştır.” dedi.
Prof. Dr. Sümer konuşmasını şu şekilde tamamladı: “Kırım Türklerinin mücadelesi bitmedi. Bir yeni sürgüne kadar mı, yeniden vatana kavuşmaya kadar mı bilmiyorum. İnşallah yeniden vatana kavuşmaya kadardır. Devam ediyor ve edecek.”
Prof. Dr. Sümer’in konuşmasını “Sürgünün öncesinde ve sonrası yaşananları görseller eşliğinde bize hissettirdiniz, yaşattınız. Süreci günümüze kadar da getirmiş oldunuz.” şeklinde özetleyip kendisine teşekkür eden oturum başkanı Dr. Öğr. Üyesi Tanrıverdi, sözü Dr. Öğr. Üyesi Arslan’a verdi.
“Ahıska bölgesi kadim bir Türk yurdudur.”
Panel, son konuşmacı Dr. Öğr. Üyesi Ayna Askeroğlu Arslan’ın sözleri ile son buldu. Dr. Öğr. Üyesi Arslan, “Ahıska bölgesi kadim bir Türk yurdudur. Bunu baştan hemen belirteyim. Şu anda Gürcistan devleti içinde bulunan bir bölgedir. 1921’de Ahıska bölgesinin son sınırı çizildi. Moskova Antlaşması, sonra Kars Antlaşması ile tamamen Gürcistan devleti içinde bırakıldı. Ahıska, coğrafi olarak son derece stratejik bir konuma sahiptir. Ahıska’ya hâkim olan İstanbul’a da hâkim olur diye bir söz vardır.” dedi.
“Sürgün edilen halkların arasında geri dönüş hakkı çok zor şekilde tanınan ve hâlâ uygulamada büyük aksaklıklar olan tek topluluk Ahıskalı Türklerdir.”
Dr. Öğr. Üyesi Arslan konuşmasına şu şekilde devam etti: “Sürülen Ahıskalılar konusunda farklı rakamlar vardır. Sovyet resmî rakamlarında 92 bin küsur kişi diyor, Rus tarihçilerden Hazanov’a göre 81 bin kişidir. Bu konuda Rus tarihçilerden en detaylı araştırmaları yapan Nikolay Bugay’a göre de 100 bin civarındadır. Türk araştırmacılara göre 120 bin-125 bin kişidir. Sürgün edilenler Türkistan’ın çeşitli bölgelerine yerleştirildiler; Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan. Sürgün edilen halkların arasında geri dönüş hakkı çok zor şekilde tanınan ve hâlâ uygulamada büyük aksaklıklar olan tek topluluk Ahıskalı Türklerdir.”
Dr. Öğr. Üyesi Arslan, “Kasım ayı bizim için her zaman buruk geçer. O günler, her Ahıskalının aklına geliyor. Bu konuları konuşmak bize acı veriyor ama bu acıları dile getirmek lazım ki insanlar yaşanan katliamı, vahşeti görsün, bilsin. Bir daha tekrarlanmaması için elimizden geleni yapalım.” diyerek konuşmasına son verdi.
Panelin oturum başkanı Dr. Öğr. Üyesi Tanrıverdi panele, “Ahıska’ya baktığımızda gerçekten dünyanın belki en mazlum insanlarının yaşadığı bölge. Bir örnek vermek istiyorum. 1894 tarihli bir raporu okumuştum, bir Rus araştırmacının raporu. 1894’te orada köyleri geziyor. Israrla oradakilerin Türk olmadığını anlatmaya çalışıyor. Gürcü kökenli ama Müslüman olmuşlar noktasına getiriyor. Diyor ki ‘Bu Türk yönetiminde bunlar o kadar iyi Türkleştirilmişler ki hiç Gürcüce kelime hatırlamıyorlar.’” sözleri ve “Bu anlamlı oturuma ev sahipliği yapan başta İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü müdürü Prof. Dr. Mustafa Balcı’ya ve tüm ekibe teşekkür ediyorum.” şeklindeki tebrikleri ile son verdi.
Haber: Emine TEMEL
Fotoğraf: Emre BAŞ
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü